3 Mart 2014 Pazartesi

Basketbol: Fenerbahçe Ülker - Olympiacos

Basketbol ve Fenerbahçe... Benim için ayrılmaz bir bütün olan ve hayatımda önemli yer kaplayan iki kelime.. Fenerbahçeli olmak bizde aile geleneği gibidir. Dedemden babama, babamdan da bana miras olan bir sevda. Basketbol sevgisi ise İbrahim Kutluay sayesinde işledi kalbime. Bir Fenerbahçe Efsanesi olan İbrahim Kutluay'ı izlemek benim için çok büyük bir keyifti. Sanırım 7 yaşından beri Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımını yakından takip ediyorum. Birçok maça gitmiş, bir çok galibiyete ve mağlubiyete canlı tanık olmuştum. Salondaki atmosferi, tribünün sıcaklığını yakından hissetmek büyük keyif. 

Geçtiğimiz hafta (28 Şubat 2014) Cuma akşamı Fenerbahçe Ülker'in Turkish Airlines  Euroleague TOP 16 Grubu 8. hafta maçına kuzenimle birlikte gittik. Takımın Ataşehir'deki salona taşınmasından sonra 2. kez Arena'da maç izleyecektim. Ülker Sports Arena'ya daha önce sadece bir kez gitmiştim. (2012/2013 Beşiktaş maçı) Avrupa Yakası'nda oturmamdan dolayı ve salona ulaşımın uzun sürmesinden dolayı çok fazla maç izlemeye gidemiyordum. Ancak hiçbir maçı kaçırmadan televizyondan takip ederim.

Hediye olarak gelen biletlerimiz ile maça gidecektik. Daha önce gittiğim Beşiktaş maçında 401 numaralı bloktan maçı takip etmiştim. 1.kategori olarak geçen 103 numaralı bloktan ilk kez maç izleyecek olmamdan dolayı maç öncesinde biraz merak, biraz da heyecan vardı. Öğrenci adamın bir spor müsabakasını 1.kategoriden izlediğine pek rastlamayız. O nedenle bizim içinde güzel bir deneyim olacaktı. :)

Akşam üstü saat 16:35 civarı Bayrampaşa'dan yola çıktık. Metro ile Merter'e, Merter'den de Metrobüs ile Söğütlüçeşme'ye geçtik. Bu iki aktarmalı yol yaklaşık 1 saat 10 dakika sürdü. Söğütlüçeşme'deki otobüs durağında maç günü ve mesai bitiş saatine denk geldiğimiz için çok büyük bir kalabalık vardı. Durakta 10 dakika bekledikten sonra 8A numaralı (Kadıköy-Batı Ataşehir) otobüse kendimizi attık. Daha önce Kadıköy ve Ataşehir'deki trafik yoğunluğunu çok duymuştum. Bu yoğunluk ile tanışmakta o güne kısmetmiş. Söğütlüçeşme'den Palladium AVM önüne geldiğimizde saatler 19:10'u gösteriyordu. 

Maça girmeden önce Palladium'a uğrayıp Carrefour'dan içecek bir şeyler alalım salona doğru yürürken içeriz dedik. Maçlara alkollü girişin yeni kanun ile yasaklanmış olmasından dolayı ben red bull, kuzenim ise meyveli gazoz aldı. :) Atıştırmalık birkaç bisküvide alarak Palladium'dan çıkıp salona doğru yürümeye başladık.

Açıkça söylemek gerekirse, salon ile AVM arası yürüyüş mesafesi beklediğimden biraz daha uzundu. Yol boyunca bizim gibi salona yürüyerek giden insanlarla karşılaşıyorduk. Bir çoğu salon ve çevresindeki otopark probleminden dolayı araçlarını Palladium'un otoparkına bırakmışlardı. Trafik ise maç günü olmasından dolayı son derece yoğundu. Arabayla gitmiş olsaydık; büyük ihtimalle maçın başına yetişememiş olacaktık. Neyse ki böyle bir hata yapmamıştık. Her attığımız adım bizi ikinci mabedimiz olarak kabul ettiğimiz Ülker Sports Arena'ya daha da yaklaştırıyordu.

Ülker Sports Arena'ya ilk geldiğimiz maç gündüz maçıydı. Salonun dış görüntüsünün güzelliğini gündüz fark edemiyorsunuz. Ancak hava kararıp, ışıklar yandığında salon muhteşem mimarisiyle büyük bir şaşkınlık yaratıyor. Özellikle de ilk kez gidenler bu görüntüye hayran kalıyorlar. Biz de bu güzel görüntüyü ölümsüzleştirmek için hemen telefonlarımıza sarıldık.

Ülker Sports Arena'ya ilk geldiğimiz maç gündüz maçıydı. Salonun dış görüntüsünün güzelliğini gündüz fark edemiyorsunuz. Ancak hava kararıp, ışıklar yandığında salon muhteşem mimarisiyle büyük bir hayranlık uyandırıyor. Biz de bu güzel görüntüyü ölümsüzleştirmek için hemen telefonlarımıza sarıldık. 

Salon önüne geldiğimizde biletleri tamamen tükenmiş bir maça göre çok fazla kalabalık yoktu. Bunda da salon girişlerindeki kolaylık ve başarılı düzenlemenin etkisi büyük. İnsanlar giriş kapılarında birbirlerini itip kakmadan düzenli bir şekilde tek sıra halinde turnikelerden girişlerini yapıyorlar. Bilet bulamayan taraftarlar ise salon önünde "Fazla bileti/kombinesi olan var mı?" diye dolaşarak salona girmenin bir yolunu bulmaya çalışıyorlardı.

İlk kontrol noktasında bizi güler yüzlü bir güvenlik görevlisi karşıladı. Güvenlik görevlisinin "Hoşgeldiniz" demesine şaşırmış bir ifadeyle "Hoşbulduk" dedim. Daha önce gittiğim hiçbir salonda, kapıdaki güvenlik görevlisinden böyle bir karşılama görmemiştim. Yine aynı kibarlıkta "Montunuzun önünü açar mısınız?" dedi. Üst aramasını bitirdikten sonra da "İyi eğlenceler" diyerek salon giriş kapısına uğurladı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu insanı çok mutlu eden bir gelişme. Dünya standartlarındaki bir salonda görev yapan güvenlik personelinin, o salona yakışır bir şekilde hareket etmeleri salon işletmesinin başarısı olsa gerek. 

Resimde; Soldaki ben, sağdaki kuzenim Akif
Salon kapısından içeri girdiğimizde; bir basketbol sahasından farklı olarak bir eğlence merkezine girmişiz izlenimi yaratan dekorasyon ile karşılaştık. Giriş kapısının tam karşısında "Danışma", üst kata çıkmak için yürüyen merdivenler ve sarı ve lacivert renklerdeki modern avizeler salona çok hoş bir ambiyans kazandırmış. Yürüyen merdivenleri kullanarak bir üst kata çıktık. Merdivenin sonunda güler yüzlü bir genç bayan "Hoşgeldiniz" diyerek bizi karşıladı. Kendisine selam vererek, maçı izleyeceğimiz 103 no'lu bloğun bulunduğu yere doğru kısa bir yürüyüş yaptık. 103 nolu bölümde oturacağımız sırayı bize göstermek için görevli bayan arkadaş yanımıza geldi. Salondaki tüm koltukları Fenerbahçe Ülker bayrakları konulmuştu. Maçı takip edeceğimiz koltuklara oturup, bayraklarımızı alıp hem takımların sahaya çıkmalarını bekledik hem de salon içi atmosferi gözleme fırsatı bulduk..

Yerimize oturduktan 10 dakika sonra Olympiacos takımı ısınmak için, ıslıklar eşliğinde sahaya çıktı. O esnada twitter'dan gündemi takip ediyordum. Atılan tweetler arasında Fenerbahçe Ülker'in resmi twitter hesabı @FBahceUlker_ 'den atılan bir tweet dikkatimi çekti. Tweet'te Olympiacos'da sakatlığı bulunan Vassilis Spanoulis'in maçta oynamayacağı yazıyordu. Bu haber kazanmaya olan inancımızın daha da artmasını sağladı. Çiçeği burnunda transfer Pierre Jackson ile Blagota Sekulic'te Fenerbahçe Ülker formasıyla ilk Euroleague maçlarına çıkacaklardı. Maç öncesi taraftarların gözleri bu ikilinin üzerindeydi. Fenerbahçe Ülker'de büyük bir destek ve tezahürat eşliğinde sahaya çıktı ve ısınmaya başladı.


9-0'lık seriyle başladığımız maçta Perperoglou'nu durdurmakta zorlanınca maç kafa kafaya geldi. Salonda özellikle savunma anında çalınan ıslık insanın kendi sesini duymasını bile imkansız kılıyor. Televizyonda izlerken salonun atmosferiyle ilgili çokça eleştiride bulunurdum. Ancak bunun böyle olmadığına bu maç sayesinde şahit oldum. Hakemlerin çaldığı aleyhte düdüklere tribünlerin gösterdiği tepki çok başarılıydı. Ülker Sports  Arena'da bir basketbol kültürünün gelişmeye başladığına tanık oldum. Maç başından itibaren önde götürdüğümüz skoru belli dönemlerde çift hanelere çıkartmış olsak da Olympiacos hep bu kritik anlarda bulduğu üç sayılık basketlerle maçtan kopmamayı başardı.

Maç esnasında salondaki atmosferden bir kesit

Maçın sonlarında Olympiacos farkı kapatıp 2 sayıya kadar indirmiş olsa da gecenin en başarılı iki ismi olan Linas Kleiza ve Bo McCalebb'in kritik sayıları ile sahadan 78-74 galip ayrılan taraf olduk. Büyük bir heyecana sahne olan bu keyifli maçı kazanmış olmanın verdiği keyif anlatılamaz... Özellikle Yunanistan'da Panathinaikos'a karşı ayrı bir sempatim olduğundan Olympiacos karşısında alınan her galibiyet, sevincimi iki ile çarpıyor. :)

Maçın sona ermesiyle takım ile karşılıklı tezahürat yapılması gecenin en güzel anlarından biriydi. Takım ile taraftarın kenetlenmesi başarı için önemli bir etken. Takımın ortaya koyduğu olumlu basketbolu canlı izleyebilmiş olmak bizim içinde büyük bir mutluluktu.

Bu maçtan sonra dönüş yolunda geceyle ilgili anılara dalmışken önümüzdeki sezon için kombine almaya karar verdim. Bu takımı, dünyanın en modern salonlarından birinde izlemek her basketbol sever için büyük bir keyif olmalı. Tam 2 saat süren dönüş yolculuğunun ardından eve unutulmayacak anılarla döndük.

12 Şubat 2014 Çarşamba

Kitap: Böğürtlen Kışı

Değerli dostlar, öncelikle herkese selamlar, sevgiler...

Kısa bir süre önce açmış olduğum kişisel blog sayfam (aslında günce demeyi tercih ederim) ile ders ve sınav yoğunluğumdan dolayı pek fazla ilgilenememiştim. Bu süre içerisinde "Blog sayfamda de ne tür paylaşımlarda bulunabilirim?" diye çok fazla düşünme fırsatım oldu. Bu sürede, blogu açarken en büyük hedefim olan kendime ait bir günce oluşturmak ancak bunu günlük duygulardan farklı olarak hayatımın belli bir döneminde yer almış olan olaylara, eğitime, seyahatlerime, mezuniyetten sonra yapacağım mesleğim gibi durumlara ayırmaya karar verdim.

Yapmış olduğum bir seyahati detaylı bir şekilde paylaşıp; benden sonra oraya gidecek insanlara kılavuzluk etmek, karar vermenize yardımcı olmak; okuduğum bir kitabı sizlerle paylaşarak, kitap hakkında detaylı bir bilgi sahibi olmanızı sağlamak; meslek dersleriyle ilgili bilgiler paylaşarak öğrenci arkadaşlarıma eğitimlerinde yardımcı olmak vb. birçok farklı konuda hem güncemi takip eden dostlara çeşitli konularda yardımcı olmak/yol göstermek hem de kendime ait anıları sizlerle paylaşma fırsatı yaratmak istedim.

Paylaşacağım her yazıyla ilgili sorularınız, merak ettiğiniz detaylar, Metalürji ve Malzeme Mühendisliği ile ilgili bilgi edinmek gibi bir çok farklı konuda bana ulaşmak için; Blog sayfamın "İletişim" bölümünde tüm sosyal medya hesaplarımı ve aktif kullandığım mail adresimi bulabilirsiniz.

Gelelim bugünkü paylaşacağım yazının konusuna...

Sizlere bu yazımda en son okuduğum kitap olan "Böğürtlen Kışı" ile ilgili bilgi vermek istiyorum. Kim bilir belki bu yazıyı okuduktan sonra konudan etkilenir ve sizde alıp, okumak istersiniz.. :)

Kitabın Adı: Böğürtlen Kışı
Kitabın Özgün Adı: Blackberry Winter
Kitabın Yazarı: Sarah Jio
Çevirmen: Duygu Parsadan
Yayın Evi: Arkadya Yayınları
ISBN: 978-975-999-719-9

2013 Güz döneminde finaller gelmiş ve kafamızı defterden kaldıramaz olmuştuk. Oldukça sıkı geçen 1 haftalık sınav döneminin son günü sınavdan çıkıp kendimi kampüse ve evime yakın olmasından dolayı Bayrampaşa'daki Forum İstanbul'a attım. Teknoloji mağazalarını gezip, aklımdaki birkaç ürüne baktıktan sonra yemek katında sınavların bitmiş olmasının da verdiği rahatlıkla yemeğimi yedim. Önümdeki 3 haftalık uzun tatil döneminde neler yapabilirim diye düşünmeye başladım. Açıkçası pek fazla alternatifim de yoktu. Bu 3 haftalık tatili kendimi en huzurlu hissettiğim yer de yani evimde geçirecektim, ama nasıl? Aklıma bu sezon Euroleague takımlarınında yer aldığı NBA 2K14 bilgisayar oyununu almak ve tatili hastası olduğum basketbola ayırmak geldi. AVM'de bulunan D&R'a gidip bilgisayar oyunlarının olduğu rafları incelemeye başladım. Oyunu bulmuştum. Daha sonra mağaza içerisinde ufak bir tura çıkıp kitap bölümünde onlarcası bir platformun üzerine serilmiş şekilde duran "Böğürtlen Kışı" kitabını gördüm. Bir tanesini elime alıp incelemeye başladım. Kitabın konusu gerçekten çok ilgimi çekti. Evde geçireceğim 3 haftalık tatil süresince; demli çayın eşliğinde yatağıma uzanıp okuyabileceğim çok güzel bir kitap bulduğumu fark ettim.

Kitap ile tanışma hikayemin ardından şimdi de asıl önemli kısma geçelim; 3 haftaya yayarak okurum diye aldığım ama sürükleyiciliği ile 4 gün gibi kısa bir sürede bitirdiğim bu güzel kitabın konusuna...

Kitap tek bir kahramanın hikayesini anlatmıyor. Hikayemizin iki ana kahramanı var bunlar; 1933 yılından Vera Ray ve günümüzden Claire Aldridge. Kitabın hikayesi bu iki kadının çevresinde şekilleniyor. Bölümler haline ayrılmış olan kitapta anlatılan olaylar bir günümüzde bir de 1933 yılında yaşanan olayları konu alıyor. Yani kitabı okurken hem bugün hemde geçmişte yaşanmış olayları harika kurgulanmış bir olay örgüsü ile aktarıldığını görüyorsunuz. Bu iki farklı tarih arasında iki kadının dolaylı da olsa birbirleriyle bir bağlantıları olduğu anlatılıyor.

Vera Ray; ailesini genç yaşlarda kaybetmiş, Seattle'ın fakir mahallelerinde büyümüş ve çalışmak zorunda olan bir kadın. Hayattaki tek tanıdığı ve aynı zamanda en yakın arkadaşı olan Caroline. Vera genç yaşında Seattle'ın zengin ailelerinden birinin yakışıklı oğluna gönlünü kaptırıyor. İlk başta imkansız gibi gözüken bu ilişki daha sonra ilerleyip ve bir aşka dönüşüyor. Birlikte hoşça zaman geçiren bu çiftin karşılarındaki en büyük engel; Charles'ın ailesi. Bu ilişkiye asla onay vermeyeceklerini daha ilk görüşmelerinde hissettirmişler. Charles'ı çok sevmesine rağmen onun ailesiyle arasının bozulmasını istemeyen Vera, deliler gibi sevdiği adamdan ayrılma kararı alıyor. Bu kararı aldığında ise karnında Charles'ın çocuğunu taşıyordu.

Charles ile ayrılan Vera, hayatını sürdürmek ve oğlu Daniel'e bakmak için şehirdeki bir otelde temizlik görevlisi olarak çalışmaya başlıyor. 1933 yılının karlı bir akşamında oğlunu yatağına yatırıp, uyutuyor ve işe gidiyor. Sabah olup eve döndüğünde ise onu korkunç bir sürpriz bekliyor. Biricik oğlu Daniel'i yattığı yatağından yok! İşte hikayenin Vera ile olan kısmı bu kaçırılma olayı başlıyor. Vera'nın oğlunu bulmak için verdiği mücadeleyi, fedakarlıkları ve daha birçok olayı; hikayemizin günümüzle olan bağlantısını bu kaçırma hikayesiyle buluyoruz.

Claire Aldridge; Seattle'de eşinin ailesine ait olan yerel bir gazetede çalışan, mesleğine deli gibi aşık ve oldukça da başarılı bir muhabir. Doğmamış oğlunu bir trafik kazası sonucu kaybetmenin verdiği travma ile eşi Ethan'la araları bozulmuş ancak her ne olursa olsun birbirlerini ilk günkü gibi seven bir çift.

Seattle'de Mayıs ayında hiç kimsenin beklemediği bir şekilde kar yağmış, ara yollar kapanacak duruma gelmiş. Gazetenin patronu olan Frank, Claire'e bu olağan dışı durumla ilgili bir haber hazırlamasını ve bu tür bir hava olayının 80 yıl öncede yaşandığını söyler. Başarılı bir muhabir olduğu halde kendisinden hava durumuyla ilgili bir haber hazırlamasının istenmesi Claire'ı sinirlendirir. Ama disiplinli yapısı gereği verilen görevi de yapmaya başlar. Üç gün boyunca araştırma yapmasına rağmen haber için pek bir şey bulamaz. Tam umudunu kaybetmişken 80 yıl önceki haberleri okuduğu sırada gözüne bir haber takılır. Bu haberde Seattle'de karlı bir gecede bir çocuğun kaçırıldığını görür. Evlat kaybetmenin ne demek olduğunu çok iyi bildiğinden, hava durumu yerine 80 yıl önce karlı bir gecede kaçırılan çocuğun ve acılar içerisindeki annesinin hikayesinin peşine düşer...

İşte her iki ana karakter ve hikayelerinin başlangıç kısımları bu şekilde. Kitabı okudukça; Vera'nın Daniel'le tanışması, birlikte geçirdikleri güzel günler, ayrılış hikayeleri, Daniel'ın kaçırılması ve ardından Vera'nın oğlunu bulmak için verdiği mücadeleyi, yaptığı fedakarlıkları, çektiği zorlukları; bir annenin evladı için neleri göze alabileceğini göreceksiniz. Claire'ın ise; kaza sonucu kaybettiği doğmamış oğlunu, eşiyle aralarındaki sorunların kaynaklarını, ailesini bir arada tutmak için verdiği çabayı, Vera ile küçük oğlu Daniel için, gerçekleri gün yüzüne çıkarma uğrunda harcadığı çabayı ve gerçeği elde etmek için yaptığı çalışmaları soluksuz bir şekilde okuyacaksınız.

Romanda Claire'ın çözdüğü her düğüm, onu Vera'yla olan bağlantısına bir adım daha yaklaştırıyor. Çözülen her düğümden sonra kafamızdaki "Acaba kim?" sorusuna çok farklı cevaplar vermemize rağmen finalinde o ismin kim olduğunu gördüğünüzde çok şaşıracaksınız... 

Kitabı okumaya başladığım ilk gün, gerek akıcılığı, gerek konusu, gerekte bende uyandırdığı merak hissiyle 3 haftaya yayarım dediğim bu romanı 4 gün gibi kısa bir sürede okudum. Romanın son bölümündeki duygusal satırları okurken boğazımın düğümlendiğini hissettim. Şundan eminim ki; bu kitabı merak eder ve alırsanız o son bölümü okurken sizinde boğazınız düğümlenecek, hatta aşırı duygusal bir yapınız varsa gözünüzden bir gözyaşı damlasının bile aktığına şahit olacaksınız. Dramın ve sevginin ön planda olduğu bu sımsıcak hikayeyi okumanızı kesinlikle tavsiye ederim.

Kitap Kapağını yüksek çözünürlükte görmek için resme tıklayın